29 Haziran 2014 Pazar

Federasyon, özerklik, kanton bölge, topraklarımızda Kürdistan demek!


Federasyon, özerklik, kanton bölge, topraklarımızda Kürdistan demek!
PKK’ya ve Öcalan’a taviz verilmesin, şehit istiyorlarsa veririz ama Güneydoğu’yu böldürmeyiz.

Şu anda halkın tekrar desteğini alan hükümetin biran önce insanların üzerinden PKK baskısını kaldırması gerek. Seçimlerin ardından Güneydoğu’da çıkan BDP hâkimiyeti olayın ciddiyetini tekrar gözler önüne serdi. Tam 30 yıldır canlarımız, evlatlarımız Güneydoğu’yu böldürmemek için kan döküyor. Kısa bir süreliğine durulan PKK iseLenin’in “Bir adım ileri, iki adım geri” taktiğini uyguluyor. İninde biran önce saldırmak için en uygun vakti kolluyor…

Güneydoğu’da BDP’nin iyice yükselen oylarına değinirsek, bildiğiniz gibi bu oylar silahların gölgesinde verildi. Eğer PKK dayatması ve baskısı olmasa seçimlerin çok farklı çıkacağı ortada. Güneydoğu’daki halkımız baskı ve tehdit altında oy kullanıyor. Diğer partiler gidip orada konuşma dahi yapamıyorlar, binaları saldırıya uğruyor. Bölgeye giden politikacılar taşlı, sopalı saldırıya uğruyor. Bu yüzden devletin Güneydoğu’da polis gücünü arttırması, güvenlik tedbirlerini arttırması, halkın PKK’ya boğun eğmesini engelleyecektir. Halk kendisini güvende hissettiğinde, o zaman istediği partiye oy verecektir.

Bir ülkenin belirli bölgelerinde diğer siyasi partilerin ulaşamaması da çok ciddi bir durum. Bu durum ülkede güvensiz bölgeler olduğu anlamına geliyor. CHP, MHP, Saadet Partisi’nin Güneydoğu’ya girememesi, adayların saldırıya uğraması ne demek? Hükümetin bu durumu asla kabul etmemesi gerek. Unutmayın ki PKK devleti güçsüz gördüğünde daha da baskısını arttıracaktır.

“Federasyon, özerklik, kanton bölge” gibi modern isimler bölünmenin diğer adıdır.Bu isimlerle halkı kandırmaya kalkmasınlar. Federasyon ve özerklik adım adım Güneydoğu’nun bölünmesi demektir. Adamlar kendi bayraklarını asacaklar, Kürtçe eğitime başlayacaklar, sınırları da çizecekler. Daha sonra da burası Komünist Kürdistan! diyecekler. Türk halkı bunu yutmaz. Topraklarının bölünmesine asla müsaade etmez.

Bölgede tam 30 yıldır komünist propoganda yapılıyor. Buna karşı devletimiz karşı bir propoganda yapmalı. Ülküsü, ideali olmayan, bomboş bir gençliğin yetişmesi çok büyük bir tehlike.

PKK tehlikesine karşı şu anda tüm partiler bir araya gelip bir güç birliği oluşturmalı.  Şu anda bölünme tehlikesi söz konusu. Bu durumda partilerin kendi siyasi çıkarları için değil bu devletin bölünmemesi için bir araya gelmesi gerek.

Her geçen gün hırslı ve acımasız PKK hareketi alttan alta ilerliyor. Orada Komünist bir PKK devleti kurulduğunda Kürt kardeşlerimiz mahvolacak, asıl PKK’nın sert yüzünü o zaman görecekler.  Bu yüzden devletimiz gücünü göstersin. Öcalan’da hiç hapisten çıkmak için hiç ümitlenmesin, böyle bir şey asla söz konusu olmayacak. Hükümetimiz en kısa sürede gereken tedbirleri alacaktır. Bu millet Güneydoğu’yu Komünist zulmün eline asla terk etmeyecektir.




28 Haziran 2014 Cumartesi

PKK İran’da böyle şımarabilir mi?


Hükümet Güneydoğu’da halkımıza PKK korkusu yaşatmamalı.

İran dünyada İslam Cumhuriyeti olarak biliniyor ama aslında İran tam anlamıyla Komünistlerin safında. İran’da nerdeyse bütün camiler bomboş, dışarıda namaz kılan insan göremezsiniz. Öğrencilerin çoğu Marksist, Darwinist yetiştiriliyor. İran hem Suriye’yi hem de PKK’yı komünist oldukları için destekliyor. İran’ı PKK’ya karşı gibi göstermeye çalışıyorlar ama tam tersine İran PKK’yı destekliyor.

İran PKK’yı desteklerken kendi ülkesinde böyle bölücü bir ayaklanma olsa nasıl tepki verir düşünebiliyor musunuz? Sizce PKK İran’da tıpkı Türkiye’de yaptığı gibi böylesine şımarabilir mi?

- PKK İran’da olsa yolları kesebilir mi?

- PKK İran’da olsa çocukları kaçırıp azılı birteröriste dönüştürebilir mi?

- PKK İran’da olsa köy korucularını öldürebilir mi?

- PKK İran’da olsa halkı korkutup, sindirip kendi partilerine oy vermeye zorlayabilir mi?

- PKK İran’da olsa Kürt partisinin dışındaki tüm partilere saldırı uygulayabilir mi?

-  PKK İran’da olsa polisin ve jandarmanın belli bölgelere girmesini engelleyebilir mi?

İran devleti PKK’nın böylesine şımarmasına asla izin vermez. Öyle çözüm süreci filan da dinlemezler ve PKK’nın iflahını keserler. PKK ile İran hükümetinin masaya oturduğunu ve çözüm süreci konusunda konuşup görüştüğünü düşünebiliyor musunuz? İran devlet başkanı Öcalan’la görüşür mü, kalkıp ondan ne haber gelecek diye bekler mi? Kamuoyunda Öcalan’a bu kadar ehemmiyet verilir mi? İran hükümeti açıkça PKK’nın iflahını keser, asla geçit vermez. Böylesine şımarmasına asla göz yummaz. Bunlar Türkiye’de bu kadar yüz buluyorlar. Türkiye’yi güçsüz, laf söz dinleyen, kolayca bölebilecekleri bir ülke olarak görüyorlar. Ondan şımardıkça şımarıyor, her gün eylemlerine bir yenisini katıyorlar.

Türk hükümeti PKK’ya ve Öcalan’a taviz verme yöntemini bırakmalı. Bu azılı güruh Türk topraklarını bölüp orada Komünist bir Kürdistan kurmadıkça rahatlamayacaktır. Buna asla izin verilmeyeceğine göre ezik görünme siyasetini bıraksınlar. Devlet yetkililerinden bazılarının PKK yanlısı söylemlerine göz yummasınlar. Bu millete yol, su baraj yapmasınlar, bu ülkeyi böldürmesinler yeter…

Kaynak: http://komunistkudristantehlikesi.blogspot.com/




PKK terörüne karşı devlet acil milli seferberlik ilan etmeli…


Tayyip Erdoğan bu süreçte PKK’ya ve Öcalan’a hiçbir şekilde taviz vermeyeceğini göstermeli.

PKK aralıksız dağa çıkardığı gençleri Marksist Leninist Komünist ideolojiyle yetiştiriyor, gençlerin dağa çıkışı fikri propoganda ile sağlanıyor. PKK dağlarda eğitim çadırları kurarak bu gençlere Komünizmin ideallerini ve felsefesini aşılıyor. Böylece eli silahlı yüzbinlerce PKK’lı tek bir ideal etrafında birleşip azılı bir teröriste dönüşüyor.

Sıkı bir komünist eğitimden geçen yüzbinlerce PKK’lının karşısında milli birlik ve beraberlik şuuru ile yetiştirilmeyen Türk gençleri var. Bunlar sadece kendi dertelerine düşmüş, dünyaya dalmış durumdalar. Kafalarında “hangi okulu bitirsinler, hangi arabayı alsınlar, nereye tatile gitsinler” düşünceleri var. PKK gibi bir idealleri yok, dava adamı değiller. Bütün bunların yanında bir de okullarda Darwinist eğitim alıyorlar. Böylece milli beraberlik şuurları gelişmediği gibi imanları da gelişmiyor. Bu yüzden PKK zeminini bir ideale, komünist felsefeye oturttuğu için daha kazançlı konuma geçiyor. Bir yanda davası için ölümü göze alan teröristler var, diğer yanda uyuşuk, Türkiye’nin alenen bölünme tehlikesi altında olduğunu fark etmeyen gençler var.

Bu yüzden devletimiz acil olarak önlem almalı. Devletimiz müfredata “milli şuur” dersi ekleyerek bilinçli gençler yetişmesini sağlamalıdır. Ayrıca bu gençlerin iman hakikatleriyle ve Kuran Mucizeleriyle imanları güçlendirilmelidir.

Şu anda hala okullarda gençlere “kör tesadüflerin ürünü” oldukları safsatası, “tarihin evrimi” aldatmacası okutuluyor. Okulda alınan, “atalarınız hayvanlardan türedi, ilkel komünal toplumlar vardı, daha sonra bu toplumlar evrimleştiler ve bugünkü hallerine ulaştılar” eğitiminin üzerine komünist ideolojiyi bina etmek çok kolay oluyor. Örgütler gençlere yaklaştıklarında “tarihin sözde evrimi içerisinde devrimin yeri olduğunu” anlattıkları zaman, gençlerin bu aldatmacaya verebilecek hiçbir cevapları yoktur. Çünkü okulda verilen eğitim de bu aldatmacayı desteklemektedir. Gençlerin büyük kısmı bu yapılarla herhangi bir tartışmaya girebilecek, iddialara cevap verebilecek, anlatılanların geçersizliğini ortaya koyacak bilgi birikimine sahip değildir. Bu sebeple, okullarda Darwinizm ve materyalizm, hatta komünizm, faşizm ve tüm akımlar öğretilmeli, ancak bununla birlikte mutlaka cevapları da gençlere anlatılmalıdır.Devletimiz tek yanlı Darwinist materyalist eğitime son vermelidir. Ancak o zaman komünizmin her türlü propagandasına karşı gençler donanımlı olur.

Söylediğim gibi devletimiz PKK’ya karşı acil milli seferberlik ilan etmeli, PKK’nın kökünün kazınması için diğer partilerle ittifak halinde olup eğitime hayati derecede önem vermelidir. Devlet tüm imkanlarını bu eğitim için seferber etmelidir. Böylece hem PKK’ya katılmayı düşünen gençler uyanacak, hem de karşı tarftakiler milli birlik ve beraberlik şuuruna erişeceklerdir.

Kaynak: http://komunistkudristantehlikesi.blogspot.com/




Ne yapalım, çözüm sürecine zarar vermeyelim diye Güneydoğu’yu mu verelim?

  Ne yapalım yani, çözüm sürecine zarar vermeyelim diye Güneydoğu’da Komünist bir Kürdistan kurulmasına göz mü yumalım?

Ne yapalım, çözüm sürecine zarar vermeyelim diye Güneydoğu’yu mu verelim?

Topraklarımızda bir Kürdistan asla kurulmayacaktır.

Televizyonlarda öyle programlar yapılıyor ki, öyle konuşmalar duyuyoruz ki, insan ne söyleyeceğini şaşırıyor. Çünkü duyduklarına inanamıyor. “Aman çözüm sürecine zarar vermeyelim, aman çözüm sürecini bozacak herhangi bir adım atmayalım”

Peki ne yapalım yani, çözüm sürecine zarar vermeyelim diye Güneydoğu’yu PKK’ya teslim mi edelim?

Ne yapalım yani, çözüm sürecine zarar vermeyelim diye Öcalan’ı hapisten çıkarıp denize nazır bir evde mi konaklatalım?

Bizimkiler ürkek ürkek çözüm sürecine zarar vermeyelim diye hop oturup hop kalkarken PKK Güneydoğu’da şımarıkça, arsızca yol kesiyor, çocukları kaçırıyor, sürekli yeni yeni eylemlerle gövde gösterileri yapıyor. Şımardıkça şımarıyor, azdıkça azıyor, yepyeni eylemlere hazırlanıyor.

Biz PKK’nın karşısında, Öcalan’ı karşısında ürkek bir devlet, aciz kalmış bir devlet görmek istemiyoruz. Tabii ki Güneydoğu’ya kalekolda yapacağız, oradaki Kürt kardeşlerimizi bu PKK gürühundan koruyacak olan bu kalekollar değil mi? Biz oraya kalekol yaparken, oraya askerimizi polisimizi gönderirken PKK’ya mı soracağız, Öcalan’a mı soracağız? Öcalan’ın bulunduğu yerden sürekli talimat gönderir gibi ortaya çıkması bu milleti sinir ediyor.

Bunların anlamadığı çok önemli bir gerçek var. Bu sözlerim başbakan Tayyip Erdoğan’ın yanında olup PKK’ya ve Öcalan’a taviz verenlere. Biz Güneydoğu’yu böldürmemek için tam 40.000 şehit verdik, bir değil, yüz değil, bin değil, tam 40.000! Bu kanlar o güzel topraklara boş yere akmadı. Bunu bir yere yazsınlar. Bizim Güneydoğu’yu böldüren bir çözüm süreciyle işimiz yok ve olmaz da. Bizim şehit verme problemimiz yok. Biz Türkiye’mizi böldürmeyeceğiz. Kürt kardeşlerimizle bu topraklarda kardeşçe yaşayacağız. Devlet PKK’nın ve Öcalan’ın karşısında dimdik dursun, Tayyip Erdoğan asla boyun eğmesin, 70 milyon arkasında. Koltuk hırsı adına PKK’ya ve Öcalan’a taviz vermeye kalkanlara karşı da dikkatli olsun. Bu millet her şeyi görüyor, anlıyor ve hiçbir şeyi yutmuyor, bunu da o tavizleri verenler bilsin.





16 Haziran 2014 Pazartesi

İslam Barış Dinidir

  
Teröristlerin hedeflediği dünyada şiddet, savaf, çatışma, kaos, korku, endişe, tedirginlik, sıkıntı, üzüntü ve kavga vardır.
Terörün en genel anlamı, askeri olmayan hedeflere karşı siyasi amaçlı şiddet kullanımıdır. Bir diğer ifadeyle terörün hedefleri tamamen suçsuz olan sivil insanlardır. Tek suçları, teröristin gözünde "öteki taraf" olmaktır. Bu nedenle de terör, suçsuz insanlara karşı şiddet uygulanması anlamına gelir ve bunun hiçbir ahlaki mazereti yoktur. Bu, Hitler'in veya Stalin'in cinayetleri gibi, "insanlığa karşı işlenmiş suç"tur.

Bu kitabın konusunu da, lanetlendiğimiz bu vahşetin kaynağının kesinlikle ilahi bir din olmadığı, özellikle İslam'da teröre yer bulunmadığı gerçeği oluşturmaktadır. İslam dininin yegane kaynağı olan Kuran'da ve başta Peygamberimiz Hz. Muhammed olmak üzere tarih boyunca yaşamış tüm Müslüman yöneticilerin uygulamalarında bu gerçek tüm açıklığıyla ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle de bu kitapta Kuran ayetlerinin ışığında ve tarihten örneklerle İslam'ın terörü yasakladığını ve haram kıldığını tüm delilleriyle ortaya koyacağız.

Kuran Allah'ın insanlara yol gösterici olarak indirdiği bir kitaptır ve Allah Kuran'da insanlara güzel ahlakı emretmektedir. Bu ahlakın temelinde ise, sevgi, şefkat, hoşgörü, adalet ve merhamet gibi kavramlar yer alır. İslam kelimesi, Arapça'da "barış" kelimesiyle aynı anlama gelir. İslam, Allah'ın sonsuz merhamet ve şefkatinin yeryüzünde tecelli ettiği huzur ve barış dolu bir hayatı insanlara sunmak için indirilmiş bir dindir. Kuran ayetlerinde insanlar, yeryüzünde merhametin, şefkatin, hoşgörünün ve barışın yaşanabileceği model olarak İslam ahlakına çağırılmaktadır. Bakara Suresi'nin 208. ayetinde şöyle buyurulmaktadır:

Ey iman edenler, hepiniz topluca "barış ve güvenliğe (Silm'e, İslam'a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.

Ayette görüldüğü gibi Allah, insanların "güvenliği"nin Kuran ahlakının yaşanmasıyla sağlanabileceğini bildirmektedir.

İslam ahlakının yaşandığı bir toplumda ise barış, hoşgörü, uzlaşma, affedicilik, sevgi, şevkat, yardımlaşma, fedakarlık ve neşe hakimdir.

Kuran ahlakına göre bir Müslüman, Müslüman olsun veya olmasın tüm diğer insanlara karşı iyi ve adaletli davranmakla, zayıfları ve masumları korumakla ve "yeryüzünde bozgunculuğu önlemekle" sorumludur. Bozgunculuk, yeryüzünde insanların güvenlik, barış ve huzurunu ortadan kaldıran her türlü anarşi ve terör halidir. Bir ayette buyurulduğu gibi,"Allah, bozgunculuğu sevmez(Bakara Suresi, 205 )

Bir insanın suçsuz yere öldürülmesi ise, en büyük bozgunculuk örneklerinden biridir. Allah, Kuran'da bu durumu şu şekilde açıklamaktadır:

... Kim bir nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu (öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur...(Maide Suresi, 32 )

Allah bir insanı haksız yere öldüren kişinin, "sanki tüm insanları öldürmüş" gibi olacağını Maide Suresi'nin 32. ayetinde bildirmiştir. Acımasızca tek bir insanı dahi katletmek, Kuran ahlakı ile taban tabana zıttır.
Görüldüğü gibi tek bir insanı bile, "bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın", öldüren bir kişi, tüm insanları öldürmüş kadar büyük bir suç işlemektedir. Bu durumda, teröristlerin işledikleri cinayet, katliam ve gündemdeki tabiriyle "intihar saldırıları"nın ne kadar büyük bir suç olduğu açıktır. Allah terörizmin bu zalim yüzünün ahiretteki karşılığını şöyle bildirir:

Yol, ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere 'tecavüz ve haksızlıkta bulunanların' aleyhinedir. İşte bunlara acıklı bir azab vardır. (Şura Suresi, 42 )

Tüm bunlar göstermektedir ki, masum insanlara karşı terör eylemi düzenlemek, İslam'a tamamen aykırı bir eylemdir ve hiçbir Müslüman böyle bir suç işleyemez. Aksine, Müslümanlar bu suçları işleyen insanları durdurmakla, "yeryüzündeki bozgunculuğu" ortadan kaldırmak ve tüm insanlara huzur ve güven getirmekle sorumludurlar. Müslümanlık terörle birlikte düşünülemez, aksine terörün engelleyicisi ve çözümüdür.

Allah Bozgunculuğu Lanetlemiştir

Allah, insanlara kötülük yapmaktan sakınmalarını emretmiş; zulmü, zorbalığı, öldürmeyi, kan dökmeyi yasaklamıştır. Allah'ın bu emrine uymayanlar, ayette geçen ifadeyle "şeytanın adımlarını izleyenler" olarak nitelendirilmiş ve açıkça Allah'ın haram kıldığı bir tutum içerisine girmişlerdir. Kuran'da bu konudaki birçok ayetten bazıları şöyledir:

Allah'a verdikleri sözü, onu kesin olarak onayladıktan sonra bozanlar, Allah'ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi kesip-koparanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar; işte onlar, lanet onlar içindir ve yurdun kötü olanı da onlar içindir. (Rad Suresi, 25 )

... Allah'ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) yaparak karışıklık çıkarmayın. (Bakara Suresi, 60 )

Düzene konulması (ıslah)ından sonra yeryüzünde bozgunculuk (fesad) çıkarmayın; O'na korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır.(Araf Suresi, 56 )

Bozgunculukla, masum insanları öldürmekle, isyanla ve zulümle yeryüzünde başarılı olabileceklerini zanneden insanlar çok büyük bir yanılgı içindedirler. Çünkü Allah terör ve şiddet anlamlarını da kapsayan her türlü bozgunculuk hareketini yasaklamış, bu tür bir eylem içinde olanları lanetlemiş ve bir ayetinde de "Şüphesiz Allah, bozgunculuk çıkaranların işini düzeltmez..(Yunus Suresi, 81 )şeklinde buyurmuştur.

Ancak çağımızda dünyanın dört bir köşesinde terör, soykırım ve katliamlar yaşanmakta, masum insanlar hunharca öldürülmekte, suni sebeplerle birbirlerine düşman hale getirilen topluluklar ülkeleri kana bulamaktadır. Birbirlerinden çok farklı tarihlere, kültürlere ve toplumsal yapılara sahip olan ülkelerde meydana gelen bu olayların, her ülkede kendine özgü bazı nedenleri ve kaynakları olabilir. Ancak asıl nedenin Kuran'da emredilen sevgi, saygı ve hoşgörüye dayalı güzel ahlaktan uzaklaşmak olduğu açıktır. Dinsizliğin bir sonucu olarak, Allah korkusuna sahip olmayan ve ahirette hesap vereceklerine inanmayan, bu nedenle de "nasılsa kimseye hesap vermeyeceğim" diye düşünen, her türlü insafsızlığı, ahlaksızlığı ve vicdansızlığı kolaylıkla yapabilen kitleler oluşmaktadır.

Bugüne kadar belki de yüz binlerce insanın hayatına mal olan terör eylemlerinin görünürde birçok sebebi olabilir. Ancak unutulmamalıdır ki asıl sebep, bu eylemleri gerçekleştiren insanların dinin getirdiği güzel ahlaktan uzak olmaları ve Allah'tan gereği gibi korkmamalarıdır.

Allah ve din adına ortaya çıkan, ama Allah'ın lanetlediği suçları işlemek için örgütlenen iki yüzlü insanların varlığına, Kuran'da da işaret edilmişitir. Bir ayette, "Allah adına and içerek" peygamberi öldürmek için plan yapan "dokuzlu bir çete"den şöyle söz edilir:

Şehirde dokuzlu bir çete vardı, yeryüzünde bozgun çıkarıyorlar ve dirlik-düzenlik bırakmıyorlardı. Kendi aralarında Allah adına and içerek, dediler ki: "Gece mutlaka ona ve ailesine bir baskın düzenleyelim, sonra velisine: Ailesinin yok oluşuna biz şahid olmadık ve gerçekten bizler doğruyu söyleyenleriz, diyelim." Onlar hileli bir düzen kurdu. Biz de (onların hilesine karşı) onların farkında olmadığı bir düzen kurduk. (Neml Suresi, 48-50 )

Bu ayette bildirilen olayın da bize gösterdiği gibi, bazı insanların "Allah adına" ortaya çıkmaları, hatta "Allah adına and içmeleri", yani çok "dindar" gibi gözükebilecek kelimeler kullanmaları, o insanların dine uygun bir iş yaptıklarını göstermez. Aksine, tamamen Allah'ın rızasına ve din ahlakına aykırı bir iş de yapıyor olabilirler. Bu konuda ölçü, yaptıkları işin ne olduğudur. Eğer yaptıkları iş, ayette bildirildiği gibi "yeryüzünde bozgun çıkarmak ve dirlik-düzenlik bırakmamak" ise , biliniz ki o kişiler gerçek dindar olamaz ve amaçları da dine hizmet etmek değildir.

Allah korkusu olan ve İslam ahlakını kavramış bir insanın şiddetten, bozgunculuktan yana çıkması ve bu tip eylemlerin içinde bulunması kesinlikle mümkün değildir. Bu nedenle de terörün çözümü gerçek İslam'dır. Kuran'da bildirilen güzel ahlak anlatıldığında, insanlar düşmanlığı, savaşı ve kaos ortamlarını kendilerine hedef edinen gruplardan yana çıkmayacak, onlarla birlik olmayacaklardır. Çünkü Allah Kuran'da insanları bozgunculuktan men etmiştir:

O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez. Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde, büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir yataktır o." (Bakara Suresi, 205-206 )

Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi, Allah'tan korkan bir insanın devletine, milletine, insanlığa en küçük zarar dokunduracak bir harekete dahi göz yumması söz konusu değildir. Allah'a ve ahiret gününe inanmayan bir insan ise kimseye hesap vermeyeceğini zannederek her türlü kötülüğü kolaylıkla yapabilir.

İşte günümüzde de devam eden bu büyük terör belasından kurtulmak için öncelikle yapılması gereken, dinsizliğin ve din adına ortaya atılan çarpık anlayışların eğitim yoluyla ortadan kaldırılması ve insanlara Allah korkusunun ve gerçek Kuran ahlakının öğretilmesidir.

İman Edenlerin Üzerine Düşen Sorumluluk

Dünya üzerinde olup bitenler kendilerine dokunmadığı sürece rahatsız olmayan kişiler, dinin insanlara kazandırdığı fedakarlık, kardeşlik, dostluk, dürüstlük ve hizmet anlayışından yoksun kimselerdir. Hayatları boyunca sadece imkanlarını tüketerek, insanlığın karşı karşıya olduğu tehlikelerden habersiz bir şekilde kendi nefislerini tatmine çalışırlar. Oysa Allah Kuran'da etrafına daima hayır getiren, çevresindeki olaylara karşı ilgili olan, insanları doğru yola çağıran bir ahlakı makbul olarak göstermiştir. Bir ayette çevresine hiçbir faydası dokunmayan kişiler ile, daima hayır üzerinde hareket eden insanlar arasındaki fark iöyle bir kıyasla açıklanmıştır: "Allah şu örneği verdi: iki kişi; bunlardan birisi dilsiz, hiçbir şeye gücü yetmez ve herşeyiyle efendisinin üstünde (bir yük), o, onu hangi yöne gönderse bir hayır getirmez; şimdi bu, adaletle emreden ve dosdoğru yol üzerinde bulunanla eşit olabilir mi?" (Nahl Suresi, 76) Ayette de belirtildiği gibi "dosdoğru yol üzerinde bulunan", dinine bağlı, Allah'tan korkup sakınan, manevi değerlere önem veren, vatanına milletine ve insanlığa hizmet şevki içinde olan bir kişinin, bulunduğu topluma büyük yararlar getireceği kesindir. Bu yüzden insanların gerçek dini öğrenmeleri ve Kuran'ın gösterdiği güzel ahlakı yaşamaları son derece önemlidir. Bu üstün ahlakı yaşayan insanları Allah bir ayetinde şöyle tanımlamıştır: "Onlar ki, yeryüzünde kendilerini yerleştirir, iktidar sahibi kılarsak, dosdoğru namazı kılarlar, zekatı verirler, ma'rufu (güzel olanı) emrederler, münkerden (çirkinden) sakındırırlar. Bütün işlerin sonu Allah'a aittir." (Hac Suresi, 41)

Allah İyilikte Bulunmayı Emretmiştir

Müslüman Allah'ın emirlerine uyan, Kuran ahlakını titizlikle uygulamaya çalışan, dünyayı güzelleştiren, imar eden, barışı ve huzuru hakim kılan insandır. Amacı insanlara güzellikte, iyilikte ve hayırda bulunmaktır. Kasas Suresi'nde şu şekilde bildirilir:

... Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez" (Kasas Suresi, 77)

Sivil halkı ve özellikle de çocukları hiç tereddüt etmeden hedef alanlar şunu düşünmelidirler: Bu çocukların suçu nedir? Bu masum insanlara zulmetmek, Allah Katında hesabı verilemeyecek bir davranış olabilir.

İslam dinine giren bir insanın amacı Allah'ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanmaktır. Bunun için de çok ciddi bir çaba içinde olması, Allah'ın razı olacağı ahlakı dünya hayatındayken kazanması gerekmektedir. Bu ahlakın en belirgin özellikleri ise merhamet, şefkat, adalet, dürüstlük, affedicilik, tevazu, hoşgörü, fedakarlık ve sabırdır. Mümin, insanlara güzellikle davranacak, hayırlarda yarışacak, iyilikte ve fedakarlıkta bulunacaktır. Allah ayetlerde şu şekilde buyurmaktadır:

Biz, gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakilerini hakkın dışında (herhangi bir amaçla) yaratmadık. Hiç şüphesiz o saat de yaklaşarak-gelmektedir; öyleyse (onlara karşı) güzel davranışlarla davran. (Hicr Suresi, 85)

... Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik olduklarına güzellikle davranın. Çünkü, Allah, her büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez. (Nisa Suresi, 85)

... İyilik ve takva konusunda yardımlaşın, günah ve haddi aşmada yardımlaşmayın ve Allah'tan korkup-sakının. Gerçekten Allah (ceza ile) sonuçlandırması pek şiddetli olandır. (Maide Suresi, 2)

İslam ahlakının insanlara kazandırdığı en önemli özellikler sevgi, merhamet, yardımlaşma, fedakarlık, hoşgörü ve affediciliktir. Bu ahlakın gerçek anlamda yaşandığı bir toplumda terörün, şiddetin ve çatışmanın zemin bulması mümkün değildir.
Ayetlerde de belirtildiği gibi Allah iman edenlerden insanlara güzellikle davranmalarını, iyilik konusunda birbirleriyle yardımlaşmalarını, bozgunculuktan uzak durmalarını istemektedir. İyilikte bulunanları "... Kim bir iyilikle gelirse, kendisine bunun on katı vardır..." ayetiyle müjdelemekte, kötülükte bulunanları ise "... kim bir kötülükle gelirse, onun mislinden başkasıyla cezalandırılmaz ve onlar haksızlığa uğratılmazlar."(Enam Suresi, 160 ) şeklinde uyarmaktadır.

Allah Kuran'da insanlara Kendisi'ni, "sinelerin özünde olanı bilen" olarak tanıtmış ve "her türlü kötülükten sakınmaları" gerektiğini bildirmiştir. Bu durumda "Allah'a teslim olan" anlamına gelen "Müslüman" sıfatını taşıyan bir insanın terörü ortadan kaldırmak için mücadele eden bir insan olacağı aşikardır.

Müslüman, çevresinde yaşananlara tepkisiz kalmaz ve asla "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" mantığında düşünmez. Çünkü O, Allah'a teslim olmuştur, O'nun yolundadır ve iyiliğin temsilcisidir. O halde uygulanan zulme ve teröre karşı duyarsız kalamaz. Hiçbir suç işlememiş masum insanları katleden terörün, gerçekte en büyük düşmanı Müslümandır. İslam dini, terörün her türlüsüne karşıdır ve daha en başından yani düşünce safhasında terörü engeller. Daima insanlar arasında barış ve adaletin hüküm sürmesini emreder ve insanları fitneden, kargaşadan ve bozgunculuktan sakındırır.


İSLAM TERÖRÜ LANETLER



11 Eylül 2001 günü Amerika Birleşik Devletleri'nin iki büyük kentine karşı düzenlenen ve on binlerce masum insanın ölümüne ve yaralanmasına neden olan terörist saldırıları, bir Müslüman olarak şiddetle lanetliyor ve Amerikan halkına başsağlığı diliyoruz. Bu saldırılar, terörün gerçek kökeni ile ilgili çok önemli bir konuyu dünya gündemine getirdi. Ve bu vesile ile İslam'ın barış ve hoşgörü dini olduğu, insanlara merhameti ve adaleti emrettiği bütün dünyaya yaygın olarak duyurulmuş oldu. Birçok dünya lideri, önemli basın yayın kuruluşları, televizyonlar, radyolar defalarca gerçek İslam'ın şiddete hiçbir şekilde izin vermediğini, daima insanlar ve toplumlar arasında barışı emrettiğini kendi topluluklarına anlattılar. İslam dinini yakından inceleyen ve Allah'ın Kuran'da emrettiği gerçek İslam dinini tanıyan Batılı çevreler İslam ve terör kelimelerinin birarada bulunmasının kesinlikle mümkün olmadığını, ilahi dinlerin hiçbir şekilde şiddete izin vermediğini tüm açıklığıyla ortaya koydular.

Bu kitabın konusunu da, lanetlendiğimiz bu vahşetin kaynağının kesinlikle ilahi bir din olmadığı, özellikle İslam'da teröre yer bulunmadığı gerçeği oluşturmaktadır. İslam dininin yegane kaynağı olan Kuran'da ve başta Peygamberimiz Hz. Muhammed olmak üzere tarih boyunca yaşamış tüm Müslüman yöneticilerin uygulamalarında bu gerçek tüm açıklığıyla ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle de bu kitapta Kuran ayetlerinin ışığında ve tarihten örneklerle İslam'ın terörü yasakladığını ve haram kıldığını tüm delilleriyle ortaya koyacağız.

Bilindiği gibi, asırlardır dünyanın farklı bölgelerinde çeşitli terör eylemleri gerçekleştirilmektedir. Her biri farklı gruplar tarafından ve farklı amaçlarla yapılan bu eylemler kimi zaman komünist bir örgüt, kimi zaman faşizan bir grup, kimi zaman da radikal ya da ayrılıkçı çevreler tarafından üstlenilmektedir. Amerika gibi ülkeler sık sık ırkçı ve marjinal terör grupları tarafından gerçekleştirilen saldırılara hedef olurken, Avrupa ülkelerinde, çeşitli terörist gruplar tarafından şiddet eylemleri düzenlenmektedir. Yunanistan'da 17 Kasım, Almanya'da RAF, İspanya'da ETA, yine Almanya'da neo-Naziler, İtalya'da Kızıl Tugaylar ve daha pek çok örgüt terör ve şiddet yöntemiyle seslerini duyurmaya çalışmakta, hiçbir suçu olmayan, savunmasız insanları vahşice katletmektedirler. Gelişen ve değişen dünya koşulları ile birlikte terörizm de değişiklik göstermekte, gelişen teknolojiye bağlı olarak elde ettiği yeni imkanlarla etkisini ve gücünü her geçen gün artırmaktadır. Özellikle de internet gibi kitle iletişim araçlarının etkisiyle terör faaliyetlerinin alanı ve etkisi daha da genişlemektedir.

Bir terör eylemine fail ararken, kaynağı dinsizlikte aramak gerekir. Çünkü din ahlakı sevgiyi, merhameti, affediciliği ve barışı emrederken, terör acımasızlık ve şiddet yanlısıdır, kan dökmek, öldürmek, acı çektirmek ister.

ABD ve Avrupa'daki gibi Batı kökenli örgütlerin yanı sıra, Ortadoğu çıkışlı terör örgütleri de bulunmaktadır. Nitekim dünyanın dört bir yanındaki kimi terör girişimleri bu gruplar tarafından üstlenilmekte ve gerçekleştirilmektedir. Ancak burada çok önemli bir noktayı vurgulamak gerekmektedir. Bu gibi terörist eylemleri gerçekleştiren kişilerin Hristiyan, Müslüman veya Yahudi ismi taşımaları bazı çevreleri yanlış kanaatlere sürüklemekte ve ilahi dinlerle bağdaşmayan iddialar ortaya atmalarına neden olmaktadır. Teröristler, Müslüman isimleri taşısalar ve kimliklerinde "Müslüman" yazıyor olsa bile, işledikleri cinayetlere "İslam terörü" denemez. Aynı şekilde Hristiyan olsalar, "Hristiyan terörü" veya Yahudi olsalar "Yahudi terörü" de denemez. Çünkü kitabın ilerleyen bölümlerinde de inceleyeceğimiz gibi, İlahi bir din adına masum insanların öldürülmesi mümkün değildir. Unutmamak gerekir ki, New York'ta veya Washington'da öldürülen insanlar arasında, Hz. İsa'yı sevenler (Hristiyanlar), Hz. Musa'yı sevenler (Yahudiler) ve Müslümanlar da vardır. Bu masum insanları öldürmek, Allah'ın affetmesi dışında, cehennem azabı ile sonuçlanacak olan büyük bir günahtır. Dine inanan, Allah korkusu taşıyan bir insan hiçbir şekilde böyle bir şey yapamaz.

Böyle bir vahşetin failleri, hangi dine mensup olduklarını iddia ederlerse etsinler, bunu ancak dine saldırmak amacıyla yapıyor olabilirler. Amaçları, dini insanların gözünde kötülemek, insanları dinden soğutmak, dindarlara karşı nefret ve tepki oluşturmak olabilir. Dolayısıyla masum insanlara yönelik "din" adı altındaki her saldırı, aslında dine karşı da yapılmış bir saldırıdır.

Din, sevgiyi, merhameti, barışı emreder. Terör ise dinin zıttıdır; acımasızdır, kan dökmek, öldürmek, acı çektirmek ister. Dolayısıyla bir terör eylemine fail ararken, kaynağı dindarlıkta değil, dinsizlikte aramak gerekir. Olayın kökenini, faşist, komünist, ırkçı, materyalist düşüncedeki insanlarda aramak gerekir. Teröristlerin hangi ismi taşıdığı, kimliklerinde ne yazdığı önemli değildir. Bir kişi masum insanları göz kırpmadan öldürüyorsa, dindar değil dinsizdir. Allah'tan korkmayan, tek amacı kan dökmek ve acı çektirmek olan bir canidir. Bu nedenle, "İslami terör", "Yahudi terörü", "Hristiyan terörü" son derece hatalı kavramlardır. Çünkü İslam dininde ve diğer iki ilahi dinde hiçbir şekilde teröre yer yoktur. Aksine, İslam'a göre "terör" olarak adlandırdığımız eylemler (yani masum insanlara karşı işlenen cinayetler), büyük bir suçtur ve Müslümanlar bu eylemleri engellemek, yeryüzüne barış, huzur ve adalet getirmekle sorumludurlar.

... Allah'ın verdiği rızıktan yiyin, için ve yeryüzünde bozgunculuk (fesad) yaparak karışıklık çıkarmayın.
(Bakara Suresi, 60 )


12 Haziran 2014 Perşembe

KOMÜNİST KÜRDİSTAN TEHLİKESİ

Türkiye'yi Bölmek İsteyenler Bu Satırları Dikkatli Okusunlar

Türkiye'nin Güneydoğusunda kirli bir oyun oynanıyor. Bu oyunun amacı, önce Güneydoğu'yu, ardından Türkiye'yi ve en son olarak da tüm dünyayı komünist yapabilmek. Şu anda "PKK ile masaya oturalım" veya "Güneydoğu'da PKK'ya toprak verelim" şeklinde çıkan çatlak sesler, bilerek veya bilmeyerek aynı amaca hizmet ediyor: Komünist bir dünya devleti...

hayali Kürdistan bayrağı

İnsanların çok büyük bir bölümü bu ciddi tehlikenin farkında bile değiller. Kendilerince, toprak verilirse, PKK ile masaya oturulur, Öcalan ikna edilirse Türk topraklarında terörizmin sona ereceğini sanıyorlar. Bölünme taraftarlarının bir kısmını ise eski komünistler oluşturuyor. Bu kişilerin büyük bir çoğunluğu yıllar içinde çizgilerini değiştirmiş göründüler, dikkat çekmemeye çalıştılar. Ancak komünizmin en ateşli savunucuları olarak gizliden gizliye propagandalarını yürüttüler, hala da yürütmeye devam ediyorlar. Onların "en iyi çözüm toprak vermek" telkinleri sistematik olarak yaygınlaştırılmaya, bu sinsi fikir, insanlara makul gösterilmeye çalışılıyor. Halkımıza, "tek çözüm bu kaldı" hipnozu uygulanıyor. Bunu yaparak, Kürt kardeşlerimizi de, bütün Türkiye'yi de kendilerince felakete sürüklemeyi planlıyorlar. Bu tehlikeli oyunu yumuşak bir dille, ince telkinlerle, "mağduruz, eziliyoruz, kurtuluşumuz bu" maskesi altında göz göre göre oynuyorlar. 20. yüzyılda dünyaya acı, kargaşa ve zulüm getiren komünizm felaketini ve vahşetini daha da vahşi bir şekilde yaşatmaya çalışıyorlar.

PKK'ya çözüm gazete küpürleri

Bu kitabın amacı; komünist bir terör örgütü olan PKK'nın asıl niyetini, Kürt kardeşlerimize yönelik oynanan oyunu ve ülkemizin bölünmesinden yana olanların çarpık fikir yapılarını deşifre edebilmektir. Burada bilinmesi gereken bir nokta daha vardır. Bölücü terör örgütü, Kürt milliyetçiliği üzerine kurulmuş terörist bir gruptan ibaret değildir. PKK; KÜRT MİLLİYETÇİLİĞİNİ KENDİ ÇIKARLARI DOĞRULTUSUNDA KULLANAN DARWINİST, KOMÜNİST, STALINİST VE LENINİST BİR YAPILANMADIR.

Bu gerçeğin farkında olmak, PKK hakkında bilinenler ve PKK'ya yönelik alınması gereken tedbirler konusunda tamamen farklı bir bakış açısı getirir. Ülkemizin güneydoğusunda yaşanan bu terör sorununu Türkiye'yi parçalayarak çözebileceklerini sananlar ve "toprak verelim kurtulalım" diyenler, bu kitabı okuduklarında ne kadar büyük bir bela ile karşı karşıya olduklarını çok daha iyi anlayacaklardır.

Bu büyük belanın detaylarını anlatmadan önce:

PKK şunu bilmelidir!

Ülkemizin güneydoğusunda komünist bir ayaklanmaya asla müsaade etmeyiz ve PKK'ya bir avuç toprak dahi kesinlikle vermeyiz. Mustafa Kemal Atatürk'ün açıkça belirttiği gibi "Komünizm, Türk dünyasının en büyük düşmanıdır. Bu nedenle her görüldüğü yerde ezilmelidir" ilkesine uyar ve komünizmin ülkemize girmesine asla izin vermeyiz.

Türk - Kürt kardeşiz

özerklik gazete küpürleri

PKK terör örgütü şunu bilmelidir: Komünistlere verecek bir karış dahi toprağımız yoktur!

"Toprak verelim, kurtulalım" diyerek komünistlere yol açmaya çalışanlar şunu bilmelidirler:

Toprak verilmesi Türkiye'yi huzura erdirmez, tam tersine çok büyük bir felaketin içine sürükler. Türk Milleti olarak bizim, şehit vermede bir sorunumuz yoktur ve ayrıca bir parça toprak dahi verilmesine iznimiz de yoktur. Böyle bir ihtimal söz konusu bile değildir.

Halkımız da şunu bilmelidir:

Mustafa Kemal Atatürk
Bu Vatan'dan verilecek bir avuç toprak, necip Türk Milletinin bütün haysiyetini, şerefini, onurunu, asaletini, gücünü, varlığını, namusunu yok etmek demektir. BU, ASLA OLMAYACAKTIR. Bizim PKK ile tek bir anlaşmamız vardır. Bu anlaşmanın temeli, Atatürk'ün şu eşsiz sözleridir:

"Esas, Türk Milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Türk'ün haysiyeti, izzetinefis ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. BÖYLE BİR MİLLET ESİR YAŞAMAKTANSA MAHVOLSUN EVLADIR. Binaenaleyh, YA İSTİKLAL, YA ÖLÜM!" Kemal Atatürk

Bölücü terör örgütü PKK ve ülkemizin doğusunda yer edinmeye çalışan komünizmi alttan alta destekleyenler, öncelikle Vatan’ı asla böldürmeyeceğimizi bilmelidirler. Bilmeleri gereken ikinci önemli nokta ise; ne Türkiye'de ne de dünyada komünizme asla izin vermeyecek olduğumuzdur. Bu kitap ile halkımıza, komünizmle tek etkili mücadele metodu gösterilmektedir. Bu bir ilmi mücadeledir ve anti-Darwinist propaganda ile gerçekleştirilecektir. ANTİ-DARWINİST PROPAGANDA İSE, TÜM KOMÜNİSTLERİN KORKULU RÜYASIDIR. İŞTE BU İLMİ MÜCADELE, ALLAH'IN İZNİYLE, KOMÜNİZMİ DÜNYADAN SİLİP YOK EDECEKTİR.

Terörün bitmesi, örgütün Marksist Leninist ideolojiyi tam anlamıyla terk etmesiyle mümkündür

turkey, kurdistan
Terörün bitmesi için kesin çözüm, terörün fikri zeminin ortadan kalkmasıdır. Bu da anti Darwinist anti materyalist bilimsel çalışmayla olur.

PKK terör örgütünün silah bırakmasına yönelik olarak devletimiz ve hükümetimizin kararlılıkla devam ettirdiği 'Çözüm Süreci' şu ana kadar başarılı bir şekilde yürütülmektedir. Sayın Başbakan Erdoğan'ın en baştan itibaren ve özellikle de son dönemlerde konuşmalarında ısrarlı ve kararlı bir şekilde "tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet" vurgusunu yapıyor olması ve bu vurguya yönelik itirazların gelmemesi milletimizin güvenini artıran çok önemli ve yerinde açıklamalardır. Sayın Başbakanımızın ve hükümetimizin akılcı, ferasetli ve bölünmeye karşı dirayetli tutumu, aynı zamanda Başbakanımızın vicdanının da güzel bir tecellisidir. Şu an itibarıyla PKK terör örgütünün geçtiğimiz dönemlere nazaran gözle görülür bir şekilde eylemsizlik içinde olması da bu girişimin başarısına olan inancı arttırmaktadır.

Ancak bu dönemde Öcalan'ın basına yansıyan bazı sözlerinin PKK'nın ve Öcalan’ın fikirlerinde bir değişim olmadığını da göstermesi açısından önemlidir.

öcalan, pkk

Kamuoyuna "İmralı Zabıtları" olarak yansıyan ve Abdullah Öcalan'la BDP milletvekilleri arasında geçen diyaloglarda Öcalan’ın terörü kendince meşru gösteren, ülkeyi kan gölüne çevirmekten çekinmeyen düşünce yapısından ve sapkın Stalinist felsefesinden vaz geçmediği açıkça görülmektedir.

Öcalan’ın bu zabıtlara geçen ifadeleri:

"Hakikat komisyonu da kurulacak. Akil adamlar denetiminde olacak. Çekilme o zaman olacak. Köylere geri dönüş olacak. Bunları yapmazlarsa geri çekilme olmaz. Çekildiğimiz alanda gerillayı daha da büyüteceğiz. Çekilirsek gerilla biter görüşüne katılmıyorum. Suriye var, İran var. Şu an Suriye’de 50 bin, Kandil’de 10 bin, İran’da 40 bin var."
"Bunu yapmazlarsa daha da gelişkin bir gündemle karşılaşırlar."

"Başarılı olursam, ne KCK tutuklusu kalır ne başkası. Bu olmazsa 50 bin kişiyle halk savaşı olacak. Ölen ölecek, ben karışmıyorum. Yalnız, herkes bilmeli ki, ‘Ne eskisi gibi yaşayacağız, ne de eskisi gibi savaşacağız’."
"Bizim sınıf ve halk savaşımızın ne kadar amansız olduğunu bilmiyordu."
"Kürtler mutlaka bir öz savunma gücü oluşturmalı."
Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere Öcalan, uygun zemin ve şartlar bölücü terör örgütü PKK lehine olgunlaştığı taktirde teröre, bölgesel Stalinist ayaklanmaya ve bölünme için şiddette tekrardan geri dönmeyi düşünmektedir.

Öcalan diğer yandan, Yargıtay'ın terör örgütü olarak kabul ettiği KCK yapılanması kullanılarak, PKK'lı teröristlerin geri çekildiği bölge ve alanlarda yeniden örgütsel yapılanmaya gidileceğini, PKK'nın boşalttığı bölgelere daha çok sayıda yeni örgüt militanı yerleştirileceğini belirtmiştir. Bununla birlikte Öcalan PKK güçlerinin zaten yurt dışında olduğunu, gerektiğinde bu güçlerin ülke içine girerek bir iç savaş başlatacağı düşüncesini de dile getirmektedir.

Öcalan sözleri içinde, KCK tarafından oluşturulduğu iddia edilen sözde paralel devletin silahlı gücü olan 'öz savunma gücü'ne de özellikle vurgu yapmıştır. Öz savunma güçleri olarak adlandırılan ve sözde bir PKK Devleti kurulmasına destek vermek amaçlı, bölge halkını savaşa hazır hale getirmeye yönelik kurulmuş bu illegal yapılanmalar, Öcalan tarafından özellikle üstünde durulması talimatıyla örgüte iletilmektedir.

Özetlemek gerekirse;

1.   Halk ve sınıf savaşından, Türk solunu temsil ettiğinden, Dev Genç çizgisini koruduğundan bahseden Öcalan, kendi hakkında Ankara DGM Cumhuriyet Başsavcılığı’nın vermiş olduğu "Marksist Leninist temelde bir devlet kurma" tespitindeki fikrinden vazgeçmediğini göstermekte,

2.   Silahlı bir ayaklanma için silahlı terörist güçlerin temin ve tesisine çalışılması talimatını vermekte,

3.   Örgütün Marksist Leninist propagandasının daha da büyütülerek tabana yayılmasını, örgüt militan sayısının çokça arttırılmasını emretmekte,

4.   Bölge insanının bir iç savaşa hazır olmasına yönelik hazır edilmesini istemektedir.

Tüm bunların yanında, Abdullah Öcalan'ın federasyon ve özerklik düşüncesinde de pek bir değişiklik olmadığı basında yer alan notlardan anlaşılmaktadır:

"Kürtler kendilerini özgürce ifade edecek ve yönetecektir. Şu anda yasa dayatırsak büyük alerji yaratır. İleride olabilir."
"Tavrımız şu olacaktır, ana ilke olursa biz kullanırız. Siz ister yasa çıkartın, ister çıkartmayın. İspanya’nın bütünlüğü içinde milliyetler ve bölgelerin demokratik hakları ve dayanışmaları garanti edilir. Dün yine tartıştık. Tarihsel ve kültürel kimlikler miras zenginliğimizdir. Kendilerini özgürce ifade etmeliler, ki bu örgütlenme ve yönetmeyi de içerir ve yaşamaları bir haktır ve garanti edilir."
Öcalan ve BDP'liler tarafından İspanya örneğinin özellikle dile getirilmesinin nedeni, İspanya'nın Bask Bölgesine verilen özerkliğin İspanyol anayasasında üniter yapıyı bozmayacağının ve özerk yapının anayasal güvence altında olduğunun belirtilmesi nedeniyledir. Oysa İspanya'da durum hiç de arzu edildiği gibi devam etmemektedir.

İspanya'da şu an 17 tane özerk topluluk ve 2 tane özerk şehir bulunmaktadır. İspanya'nın kuzey doğusunda yer alan ve yıllardır kendilerince bağımsızlık mücadelesi veren Katalonya özerk bölgesi ise, ekonominin zaten dibe vurduğu, işsizliğin yüzde 25'e ulaştığı bir zamanda Madrid yönetiminden bağımsız bir ekonomik güce erişmek ve bir takım yasal değişiklikler istemektedir. Katalan yöneticiler 'Eğer statü değişikliğini İspanya hukuku içinde yapamadığımız takdirde, bunu yerel Katalan hukuku içinde yapmanın yollarını araştıracağız' diyerek bölünmenin sinyallerini vermiştir. Örgütledikleri 1,5 milyon kişi de 11 Eylül 2012'de Barcelona sokaklarında bağımsızlık isteyerek "Katalonya, yeni Avrupa devleti" şeklindeki sloganlarla gösteri yürüyüşü yapmıştır.

Almanya'da yayımlanan Der Spiegel dergisinde bu konuya değinen Fiona Ehlers, Hans Hoyng, Christoph Schult ve Helene Zuber imzalı incelemede, “Borç krizi Avrupalı ayrılıkçıları güçlendiriyor” tespitinde bulunulmuştur.


Şunu da unutmamak gerekir ki, PKK Marksist Leninist bir terör örgütüdür ve propaganda ile güç kazanmıştır. Halen de dağa çıkarılan gençler öncelikle, sözde akademilerde, aylarca fikri eğitime tabi tutulmakta, Marksist Leninist ideolojiyi benimsedikten sonra, “bu ideolojiye dayalı bağımsız bir Kürdistan kurmak” hedefiyle eline silahı almaktadır. Bölgede herhangi bir şekilde özerklik elde etmeleri durumunda, Kürt halkı üzerinde ideolojilerinin gereği olan Marksist Leninist Stalinist bir baskı sistemi oluşturacakları da açıktır. İlk dönemlerinde maddi, askeri ve siyasi desteği merkezden alarak güçlenmeyi hayal eden terör örgütü daha sonra bu özerkliği bağımsız komünist Kürdistan devletine taşımayı planlamaktadır. Bu plan sadece Kürt vatandaşlarımız için değil tüm Ortadoğu için çok kanlı bir sürece dönüşecek son derece tehlikeli bir plandır. Dolayısıyla bütün bu görüşme süreci içinde bu tehlikelerin sürekli göz önünde bulundurulması hayatidir.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin inanç ve idealinde Türk İslam Birliği'nin kurulması zarureti, Devletimiz için asla vazgeçilmeyecek bir ülküdür. Bu ideal çerçevesinde parçalara ayrılmak, bölünmek bir yana bütünleşmek, güçlenmek ve Avrupa Birliği modelli büyük bir birlik kurarak büyümek tek hedeftir. Bu hedefin gerçekleşmesiyle sadece Kürtler değil Türkler, Lazlar, Abhazlar, Çerkesler yani bu vatanın bütününü oluşturan Türk Milleti ve tüm bölge insanı gerçek huzura, barışa, rahata ve konfora ulaşacaktır.





10 Haziran 2014 Salı

Materyalizmi Çökerten Büyük Gerçek

UYARI !

Bu bölümde okuyacağınız konular, hayatın ÇOK ÖNEMLİ bir sırrını içermektedir. Maddesel dünyaya bakış açınızı kökten değiştirecek olan bu konuyu, çok dikkatli bir biçimde ve sindirerek okumalısınız. Burada anlatılacak olanlar yalnızca bir bakış açısı, farklı bir yaklaşım veya herhangi bir felsefi düşünce değil; dine inanan-inanmayan herkesin kabul edeceği, bugün bilimin de kanıtladığı kesin bir gerçektir.

Materyalizmi Çökerten Büyük Gerçek

Komünistlerin 20. yüzyıl boyunca insanlığa yaşattıkları acıların ve kabusun kökeninde, Darwinist ve materyalist inançları yatmaktadır. Komünistler, materyalist felsefeyi körü körüne kabul ederek, her şeyi yalnızca maddeden ibaret görür, insanların bir ruha sahip olduğunu reddederler. Aynı şekilde Darwin’in evrim teorisini benimseyerek insanları "gelişmiş hayvanlar" olarak nitelendirirler.

Kitabın bu ve bir sonraki iki bölümünde, bu ideolojinin geçersizliği açıklanacaktır. İlk bölümde, materyalizmin her şeyi maddeden ibaret sayan dogmasını temelinden çökerten, çok önemli bir gerçek üzerinde durulacaktır. İkinci bölümde ise, Darwinizm'in iddialarının bilimsel yönden geçersizliği, insanların yeryüzünde her zaman insan olarak bulundukları, hayvanlardan farklı olarak Allah’ın ruh verdiği, bilinç sahibi varlıklar oldukları anlatılacaktır.

Önce, materyalistlerin dünya görüşünden kısaca söz edelim. Materyalistler başta belirttiğimiz gibi maddeyi mutlak varlık olarak görür, yani var olan her şeyin maddeden ibaret olduğunu sanırlar. Bu bozuk mantığın bir sonucu olarak da Allah'ın apaçık olan varlığını reddederler. (Allah'ı tenzih ederiz) Tüm varlıkların ancak Allah'ın dilemesiyle var olduğunu ve varlıklarını sürdürdüğünü kavrayamazlar.

Materyalistlerin bu kavrayış bozukluklarından kaynaklanan çarpık felsefeleri, onların Kuran'da aktarılan ifadelerinde şöyle tarif edilir:

O, yalnızca bizim dünya hayatımızdan ibarettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz. (Müminun Suresi, 37)

Bir başka Kuran ayetinde de Allah'ı ve ahireti inkar eden bu kimselerin derin gafleti şöyle bildirilmiştir:

Onlar, dünya hayatından dışta olanı bilirler. Ahiretten ise gafil olanlardır. (Rum Suresi, 7)

İşte materyalistlerin içine düştükleri bu gaflet ve kavrayış bozukluğuna yol açan nedenlerden biri, hayatları boyunca çok büyük bir gerçeğin bilincinde olmamalarıdır. Bu gerçeğin bilincinde olmadıkları için tüm yaşamlarının maddeye bağımlı olduğunu ve bu dünya hayatı ile sınırlı olduğunu düşünerek dünyaya karşı hırs dolu bir bağlılık içine girerler.

İlerleyen satırlarda inkar edenlerin şuurunda olmadıkları bu büyük gerçeği anlatacağız.

Maddenin Ardındaki Sır

Burada anlatacaklarımız, materyalist düşünceyi temelinden çökerten bir gerçekle ilgilidir. Bu, bir felsefe ya da ideoloji değil, her insanın, farkında olsa da olmasa da, içinde yaşadığı ve bilimin çeşitli dalları tarafından ispatlanmış teknik bir gerçektir. Dikkatli, samimi ve önyargısız olarak yaklaşıldığı takdirde kavranması da oldukça kolaydır.

Bu gerçeği, "kendimizi ve çevremizi oluşturan her türlü maddi varlık ruhumuz tarafından idrak edilen bir algılar bütünüdür; 'madde' dediğimiz kavramı bir rüya gibi, sadece görüntü olarak beynimizde algılayabiliriz, dışarıda var olan aslı ile hiçbir şekilde muhatap olamayız" şeklinde özetlemek mümkündür.

Bu konu, aslında yeni keşfedilmiş, daha önce bilinmeyen bir konu değildir. Tarih boyunca, Allah tarafından gönderilen elçiler, derin düşünen bilinçli insanlar, bu gerçeği kavramış ve yaşadıkları devirdeki toplumlara açıklamışlardır. Kuran'da da işaret edilen bu gerçek, bir kısım ayetlerin hikmetlerinin anlaşılmasında da anahtar rol oynamaktadır. Bu gerçeği kavrayan kişilerin yaptıkları açıklamalardan bir kısmına ait metinler günümüze kadar ulaşmıştır. Orijinal metinleri tahrif edilen ve dejenerasyona uğrayan dinlerin bazı mensupları ise, bu gerçeği mistik bir sır olarak muhafaza etmek istemişlerdir. Dolayısıyla Zerdüştlük, Budizm, Taoizm, Yahudilik, Hıristiyanlık gibi dinlerin elde kalan metinlerinde de bu gerçeği bulmak mümkündür. Eski Yunan felsefecilerinden Pisagor, Elea Okulu, "Mağara İdesi"yle Eflatun ve onları takip eden birçok düşünür bu konuyu bir yönüyle açıklamışlardır. Daha sonraki dönemlerde de bu konu, değişik görüş ve yorumlar altında, derin düşünüp gerçeğin farkına varmış kişiler tarafından anlatılmış ve öğretilmiştir.

Materyalistler tarafından örtülmeye çalışılan bu gerçek, İrlandalı bir din adamı ve filozof olan Berkeley tarafından 18. yüzyılda yeniden gündeme getirilmiş ve kendinden sonraki bütün düşünce dünyasını değiştirmiştir.

Materyalistler ise, bilimsel bir cevap veremedikleri Berkeley'i daha çok hakaret ve iftirayla gözden düşürmeye çalışmıştır. Berkeley'i hedef alan materyalistlerden biri, Bertrand Russell'dır. Ancak Russell, materyalist çevrelerin en güvendikleri düşünür olmasına ve bu görüşün en güçlü savunucusu olarak görülmesine rağmen, Berkeley'in anlattığı bu gerçeği tamamen gözardı edememiş, Felsefenin Problemleri adlı eserinde durumu şöyle değerlendirmiştir:

"…Berkeley, herhangi bir mantıksızlığa düşmeden, maddenin varlığını reddetmenin mümkün olduğunu ve eğer bizden bağımsız olarak bir şey mevcut olsa bile duyularımız tarafından algılanamayacağını, ispatlama onuruna sahiptir."

Russell, yukarıdaki ifadeleri ile, maddenin bir algı olduğu gerçeğini aslında inkar edemediğini, hatta istemeden de olsa kabul ettiğini itiraf etmektedir.

Aslında sadece Russell değil, tüm bir materyalist felsefe çöküştedir. 21. yüzyıla girerken, Einstein'dan başlayarak modern fizik, kuantum fiziği, astronomi, psikoloji, anatomi gibi bilim dallarında ortaya çıkan gelişmeler, materyalist dünya görüşüne sahip, pozitivist bilim anlayışını savunan çevreleri derinden yaralamıştır. Paleontoloji, genetik, biyokimya gibi bilim dallarında alanlarda yapılan çalışmalarla evrim teorisi çökmüş, optik, psikoloji gibi alanlarda yapılan çalışmalarla insanın algı sistemi çözülmüş, astronomi çalışmalarının sonunda Big Bang, yani evrenin ve maddenin bir başlangıcı olduğu keşfedilmiş, atom ve atomaltı parçalarının araştırılması ise bütün klasik fiziği tersine çevirerek rölativiteyi, yani zamanın izafi bir kavram olduğu gerçeğini, ispatlamıştır.

Bilim alanında Allah'ın varlığını ve tüm evren üzerindeki sonsuz hakimiyetini sayısız kere teyid eden bu gelişmeler, taassubun ve önyargının temsilcisi olan materyalist düşünürleri çaresiz bırakmıştır. Bu çaresizlik günümüzde de devam etmektedir. Televizyonda, okullarda, konferanslarda karşımıza çıkan birçok bilim adamı ve düşünür, dışımızdaki dünyaya ulaşmamızın mümkün olmadığını, beynimizde hissedilen algılardan ibaret bir hayatı yaşadığımızı bildikleri halde bilmezlikten gelmekte, insanlara bu gerçeği anlatmamakta, hatta sanki böyle bir gerçek hiç yokmuş gibi hareket etmektedirler.
Ancak, gerçekleri görmezlikten gelmek bir çözüm değildir.

Şimdi bu gerçeği biraz daha yakından inceleyelim.

İnsanın Dışarıda Gördükleri Gerçekte Kendi İçindedir

Dışarıda var olduğunu düşündüğümüz nesnelerden duyu organlarımıza gelen etkiler (ses, koku, tat, görüntü, sertlik vs.), sinirlerimiz aracılığıyla beyindeki duyu merkezlerine aktarılır. Beyne ulaşan etkilerin tamamı elektrik sinyallerinden ibarettir. Örneğin görme işlemi sırasında dışarıdaki bir kaynaktan gelen ışık demetleri (fotonlar) gözün arka tarafındaki retinaya ulaşır ve burada bir dizi işlem sonucunda elektrik sinyallerine dönüştürülür. Bu sinyaller, sinirler aracılığıyla beynin görme merkezine iletilir. Ve biz de, birkaç cm3 lük görme merkezinde rengarenk, pırıl pırıl, eni, boyu ve derinliği olan bir dünya algılarız.
Aynı sistem diğer duyularımız için de geçerlidir. Görme, duyma, koklama, tat alma, dokunma duyularımızın tamamı birbirlerine benzer bir işleyişe sahiptir. Tatlar dilimizdeki bazı hücreler tarafından, kokular burun epitelyumundaki hücreler tarafından, dokunmaya ait hisler (sertlik, yumuşaklık vs.) deri altına yerleştirilmiş özel algılayıcılar tarafından, sesler ise kulaktaki özel bir mekanizma tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülerek beyindeki ilgili merkezlere gönderilir ve o merkezlerde algılanır.

Ailesiyle birlikte evinin bir odasında oturup televizyon seyreden bir insan aslında çok büyük bir mucize ile içiçedir. Bu büyük mucize, bir odanın içinde oturan her kişinin gördüğü görüntünün aslında o kişinin beyninde olduğu gerçeğidir. O halde, O KİŞİ Mİ ODANIN İÇİNDEDİR, YOKSA ODA MI ONUN İÇİNDEDİR?

Konuyu daha netleştirmek için şöyle örneklendirebiliriz: Şu an bir bardak kahve içtiğinizi düşünelim. Elinizde tuttuğunuz bardağın sertliği ve sıcaklığı deri altındaki özel algılayıcılar tarafından elektrik sinyallerine dönüştürülerek beyne iletilir. Aynı zamanda kahveye ait keskin koku, onu yudumladığınız anda hissettiğiniz acı tat ve bardağa baktığınızda gördüğünüz koyu kahverengi renk de ilgili duyularınıza ait sinirler tarafından beyne ulaştırılan birer elektrik akımıdır. Hemen arkasından masaya koyarken bardağın çarpmasıyla çıkan ses de kulağınız tarafından algılanıp beyne elektrik sinyali olarak gönderilir. Ve bu algıların tümü beyindeki birbirinden farklı, ama birbiriyle ortak çalışan duyu merkezleri tarafından aynı anda yorumlanır. Siz de bu yorumun bir sonucu olarak bir bardak kahve içtiğinizi düşünürsünüz.

Bu konuyu bir de şu yönden düşünelim: Evinin bir odasında oturup, televizyon izleyen ya da yemek yiyip, ailesiyle sohbet eden bir insan, kendisi farkında olmasa da, aslında çok büyük bir mucize ile içiçedir. Bu büyük mucize, odanın içinde oturan o kişinin gördüğü dört duvardan ibaret olan görüntünün, aslında o kişinin beyninin içinde olduğu gerçeğidir.

Peki o halde oda mı sizin içinizdedir, yoksa siz mi odanın içindesiniz?

İnsan, hayatı boyunca bu mekandan dışarı çıkamaz; beynindeki ekran dışında hiçbir görüntüyü izleyemez, beynindeki sesler dışında hiçbir sesi duyamaz. İnsanın tüm yaşantısı bu küçük odada geçer.

İnsanların büyük bir çoğunluğu bu büyük gerçeği bilmez; kendilerini bir odanın içinde oturuyor, o odanın içinde televizyon izliyor ve sohbet ediyor zanneder. Bu gerçeği bir an için farkeden kişiler ise korktukları için bu büyük mucizeyi anlamazlıktan gelirler. Oysa bu, inkar edilmesi mümkün olmayan, bilimin de kesin olarak ortaya koyduğu, şüphe götürmez bir gerçektir. Evi oluşturan dört duvardan, duvardaki tablodan, televizyondan, tavandaki avizeden, yerdeki halıdan veya renkli döşemeli koltuklardan göze ulaşan uyarılar, göz hücreleri tarafından elektrik akımına çevrilirler. Bu akımlar daha sonra beynin görme merkezine iletilir ve insan, içinde oturduğunu sandığı oda görüntüsünü gerçekte beyninin içindeki ekranda izler.

İnsan, hayatı boyunca bu mekandan dışarı çıkamaz, beynindeki ekran dışında hiçbir görüntüyü izleyemez, beynindeki sesler dışında hiçbir sesi duyamaz. İnsanın tüm yaşantısı bu küçük odada geçer.

Yukarıda da söz ettiğimiz gibi, çevremizde gördüğümüz her şey, beynimize ulaştırılan elektrik sinyallerinin beynimizdeki ekranda görüntü haline dönüşmesidir.

Konuyu daha iyi açıklamak için bir örnek daha verelim ve bir cisme, mesela yemek masasına baktığımızı düşünelim. Masaya ve üzerindeki meyvelere ait ışınlar gözümüze ulaşır, gözümüzde çeşitli işlemlerden geçerek elektrik uyarısına dönüştürülür ve bu uyarılar sinirlerle beynimizin görme merkezine iletilir. Böylece biz "çeşit çeşit renkteki meyveleri görüyorum" deriz.

Buraya kadar anlatılanlar hemen her biyoloji ve fizyoloji kitabında rastlayabileceğiniz gerçeklerdir.

Ancak asıl hayret verici olan görme merkezi dediğimiz mekanın zifiri karanlık bir yer olmasıdır. Aslında beynin içinde gerçek bir ekran da yoktur; yani masayla ilgili elektrik uyarıları geldiğinde görme merkezinde bir görüntü oluşmaz. Biz üzerindeki renkli meyvelerle masayı görüyorum derken, aslında bu zifiri karanlığa ulaşan elektrik sinyallerini görürüz.

Masaya ve üzerindeki meyvelere ait ışınlar gözümüze ulaşır, gözümüzde çeşitli işlemlerden geçerek elektrik uyarısına dönüştürülür ve bu uyarılar sinirlerle beynimizin görme merkezine iletilir. Böylece biz "çeşit çeşit renkteki meyveleri görüyorum" deriz. Beynin içinde elbette gerçek bir ekran yoktur; yani masayla ilgili elektrik uyarıları geldiğinde görme merkezinde bir görüntü oluşmaz. Biz üzerindeki renkli meyvelerle masayı görüyorum derken, aslında beynimiz içindeki zifiri karanlığa ulaşan elektrik sinyallerini görürüz.

İşte bu noktada materyalistleri kesin bir çıkmaza sokan gerçek ile karşılaşırız: Görme merkezi dediğimiz yer yağ, protein ve sinirlerden oluşur. Buraya gelen elektrik sinyallerini görüntü olarak algılayacak bir varlık yoktur. O halde beyindeki karanlığın içinde, elektrik sinyallerini, bir göze ihtiyaç duymadan seyreden kimdir?

İşte bu, materyalizmin her şeyi mutlak madde olarak göstermeye çalışan yalanları ile asla açıklanamayacak, dünyada pek çok insanın farkına varamadığı, olağanüstü bir gerçektir. Beynimizin içindeki koyu karanlıkta, göze gerek olmadan, en kaliteli televizyondan ve sinemadan daha net, üç boyutlu, gerçeği ile ayırt edilemeyecek kadar ona benzer olan masayı gören ve bunu yorumlayan bir varlık vardır.

İşte bu kusursuz görüntüyü gören varlık, insanı hayvanlardan ve diğer tüm canlı-cansız varlıklardan ayıran, insanı yaratan Allah'ın ona "üflemiş" olduğu Ruh'tur. Allah Kuran'da "ruh"un varlığını şöyle bildirmiştir:

Hani Rabbin meleklere demişti: "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer yaratacağım." "Ona bir biçim verdiğimde ve ona ruhumdan üfürdüğümde hemen ona secde ederek kapanın." Böylece meleklerin tümü, topluca secde etti. (Hicr Suresi, 28-30)

Asılları İle Ayırt Edilemeyecek Kadar Benzer Olan Kopyalar

Evinizi, içindeki eşyalarınızı veya antikalarınızı, yazlığınızı, yeni aldığınız arabanızı, ofisinizi, mücevherlerinizi, bankadaki hesabınızı, gardrobunuzu, eşinizi, çocuklarınızı, annenizi, babanızı, iş arkadaşlarınızı, kısaca sahip olduğunuz tüm maddi dünyayı simsiyah beyninizin içinde gördüğünüzü hiç düşündünüz mü?

Ruhun hissettiği algıların, gerçeğiyle tıpatıp aynı olması aslında çok büyük bir mucizedir. Ruh, maddenin aslıyla değil, sadece beyne ulaşan elektrik sinyalleriyle muhatap olduğu halde, maddenin sertliğini, dokusunu, şeklini renklerini gerçeğiyle birebir aynı olarak görür ve hisseder. Bu his o kadar nettir ki, kişi gördüğü ve dokunduğu şeyin aslına dokunduğuna kesin olarak inanır.

Örneğin; denizin uçsuz bucaksız, masmavi ve serin sularında yüzen bir yüzücü aslında çok büyük bir mucizeyle karşı karşıyadır. Çünkü kendini suda yüzüyor zannederken, gerçekte beyninin içindeki karanlıktan dışarıya çıkamaz. Yüzen kişi suya girdiği andan itibaren, her kulaç atışında vücudunun her bir noktasına gelen uyarılar, hücreleri tarafından anında elektrik akımına çevrilir ve beynine ulaşır. İşte bu sırada çok mucizevi bir olay gerçekleşir. Kulaç atacak kolu, parmakları, hareket edecek bacağı, kasları ve kemikleri, ıslaklığı hissedebilecek teni olmayan ruh, suyun tenine dokunduğunu, kendini yukarı kaldırdığını ve ilerlediğini hisseder. 

Oysa tüm bunlar insanın beyninin içindedir. Dışarıdaki asıl suyun rengi, ısısı, yoğunluğu,  kulaç atarken çıkan sesler insanın hiçbir zaman muhatap olmadığı detaylardır. Hatta insan kendi bedeninin dış dünyada var olan aslı ile dahi muhatap değildir. İnsan, kendi bedeninin de içinde olduğu tüm bu nesnelerin yalnızca kopyalarını izlemekte, duymakta ve hissetmektedir.

Ancak bu mucizevi gerçek okullarda öğretilmesine, ders kitaplarında yazılmasına ve bilimsel çalışmalarda çok geniş yer tutmasına rağmen, insanların çoğu bunu farketmez. Bu olağanüstü gerçeği farkedenlerin çoğu ise anlamak istemez.

Materyalistlerin Anlamaktan Korktuğu Gerçek

Buraya kadar anlattıklarımız, bir insanın dünyada karşılaşabileceği en olağanüstü, en hayret verici bilgilerdendir. Bu bilgiler doğrultusunda şu soruyu soralım: Evinizi, içindeki eşyalarınızı,  arabanızı, ofisinizi, bankadaki hesabınızı, gardrobunuzu, eşinizi, çocuklarınızı, annenizi, babanızı, iş arkadaşlarınızı, kısaca sahip olduğunuz tüm maddi dünyayı simsiyah beyninizin içinde gördüğünüzü hiç düşündünüz mü?

Sadece beyninizde meydana gelen görüntüye sabitlendiğinizi, dışarıyı asla göremediğinizi, yukarıda saydıklarımızı sadece beyninizde izleyebildiğinizi, bu küçücük dünyadan asla dışarıya çıkamadığınızı hiç aklınıza getirdiniz mi?

Maddeyi tek gerçek zanneden ve ruhun varlığını inkar eden materyalistler, bu apaçık gerçekten kaçmak için türlü yönteme başvururlar. Çünkü bu gerçeği kabul etmeleri demek, tüm hayatlarını üzerine kurdukları maddeyi bir kenara atmaları demektir. İşte bu nedenle de bu büyük mucize karşısında öfkelenir, saldırganlaşır, mantıksız açıklamalar yapar ve gerçekleri saptırmaya çalışırlar.

Kimi materyalistler bu gerçek karşısında sinirlendiklerinde masaya yumruk atarak veya duvarları tekmeleyerek maddenin algı olmadığını kendilerince "ispat" etmeye çalışır ve gülünç duruma düşerler. Bir başka materyalist, bir otobüsün insanlara çarpmasını örnek vermiş ve "bakın çarpıyor, demek ki bir algı değil" demiştir. Anlamaktan kaçındıkları ve korktukları gerçek, otobüs çarpması sırasında yaşanan sertlik, darbe ve acı gibi bütün hislerin de zaten zihinde oluşan algılar olduğu, insanın otobüsün aslı ile hiçbir zaman muhatap olmadığıdır. Çarpmanın bütün sertlik, darbe ve acısı yine simsiyah beynin içinde ve yine insanın ruhu tarafından algılanmaktadır.

Materyalistler Tarihin En Büyük Tuzağına Düşmüşlerdir

İnsanlık tarihi boyunca materyalist düşünce hep var oldu ve bu kişiler kendilerinden ve savundukları felsefeden çok emin bir şekilde, kendilerini yaratmış olan Allah'a baş kaldırdılar. Ortaya attıkları senaryoya göre madde ezeli ve ebediydi ve tüm bunların bir Yaratıcısı olamazdı. Bu kişiler yalnızca kibirlerinden dolayı, Allah'ı reddederlerken sahip olduklarını zannettikleri maddenin ardına sığınmışlardı. Bu felsefeden öylesine eminlerdi ki, hiçbir zaman bunun aksini ispatlayacak bir açıklama getirilemeyeceğini düşünüyorlardı.

Oysa, maddenin aslına ulaşamadığımız gerçeği ile ilgili olarak bu bölümde anlatılanlar, bu kişileri büyük bir şaşkınlığa düşürmektedir. Çünkü burada anlatılanlar felsefelerini temelden yıkıp atmakta, üzerinde tartışmaya dahi imkan bırakmamaktadır. Tüm düşüncelerini, hayatlarını, kibirlerini ve inkarlarını üzerine bina ettikleri madde, ellerinden bir çırpıda uçup gitmektedir. Körü körüne inandıkları, bel bağladıkları, güvendikleri maddesel dünyanın, içindeki her şeyle birlikte kendilerinden uzaklaştığını görmekte ve buna karşı hiçbir şey yapamamaktadırlar. Maddenin dışarıda var olan aslını gören, gerçek sesleri duyan, kokuları hisseden tek bir insan dahi yoktur ki, maddecilik olsun...

Allah'ın bir sıfatı, inkarcılara tuzak kurmasıdır. "... Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir düzen  kuruyordu. Allah, düzen kurucuların hayırlısıdır." (Enfal Suresi, 30) ayetiyle bu gerçek bildirilir.

Allah, dünyadaki varlıkların ve nesnelerin aslına her an  ulaşabildiklerini zannettirerek materyalistleri de tuzağa düşürmüş ve onları tarihte benzeri görülmemiş şekilde küçültmüştür. Mallarını, mülklerini, mevkilerini, ünvanlarını, içinde bulundukları toplumu, tüm dünyayı ve aslında birer kopyadan ibaret olan her şeyi aslı sanmışlar, üstelik bunlara güvenerek Allah'a karşı büyüklenmişlerdir. Böbürlenerek Allah'a isyan etmiş (Allah’ı tenzih ederiz) ve inkarda ileri gitmişler, çekinmeden insanlara zulmetmişlerdir. Bunları yaparken de güç aldıkları tek şey madde olmuştur. Ama öyle bir anlayış eksikliği içine düşmüşlerdir ki Allah'ın kendilerini çepeçevre sarıp kuşattığını hiç düşünmemişlerdir. Allah inkarcıların anlayışsızlıkları sonucunda düşecekleri durumu Kuran'da şöyle haber vermiştir:

Yoksa hileli-bir düzen mi kurmak istiyorlar? Fakat (asıl) o inkar edenler hileli-düzene düşecek olanlardır. (Tur Suresi, 42)

Bu, belki de tarihin gördüğü en büyük yenilgidir. Materyalistler kendilerince büyüklenirken, dini inkar ederken ve iman edenlere zulmederken aslında büyük bir oyuna gelmişler, Allah'a karşı çirkin bir cesaret göstererek açtıkları savaşta kesin olarak yenilmişlerdir.

Allah bir başka ayetinde, "inkar edenlerin işleri bir seraba benzer, susayan onu bir su sanır. Nihayet ona ulaştığında bir şey bulamaz ve yanında Allah'ı bulur..." (Nur Suresi, 39) diye haber verir. Materyalizm de bu ayette işaret edildiği gibi, isyan edenler ve Kuran ahlakına muhalif davranarak yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar için bir "serap" oluşturur; ona güvenerek ellerini uzattıklarında, gördükleri her şeyin yalnızca aslının bir kopyası olduğunu anlarlar. Allah onları böyle bir serapla kandırmış, bütün bu kopya sesleri, görüntüleri, kokuları, tatları aslı gibi göstermiştir.

Tarih boyunca materyalist felsefeyi benimseyen felsefeciler, liderler, profesörler, astronomlar, biyologlar, fizikçiler, ünvanları, mevkileri her ne olursa olsun maddeyi kendilerine ilah edinmeleri sebebiyle bu oyuna gelmişler, birer çocuk gibi aldanmış ve küçük düşmüşlerdir. Beyinlerindeki küçük odadan asla çıkamadıkları, dış dünya ile hiçbir şekilde karşılaşamadıkları halde tüm felsefelerini, ideolojilerini dünya ve madde üzerine kurmuşlar, bu konular hakkında ciddi tartışmalara girmişler, alaycı anlatımlar kullanmışlardır. Tüm bunlardan dolayı da kendilerini çok akıllı saymışlar, evrenin gerçeği hakkında fikir yürütebileceklerini düşünmüşler ve en önemlisi kendi sınırlı akıllarıyla Allah'ı yorumlayabileceklerini sanmışlardır. Allah, onların içine düştükleri bu durumu bir ayetinde şöyle bildirir:

Onlar bir düzen kurdular. Allah da bir düzen kurdu. Allah, düzen kurucuların en hayırlısıdır. (Al-i İmran Suresi, 54)

Dünyada bazı tuzaklardan kurtulmak mümkün olabilir; ancak Allah'ın maddeyi ilah edinenlere kurduğu bu tuzak öyle sağlamdır ki, asla bir kurtuluş imkanları kalmamıştır. Ne yaparlarsa yapsınlar, kime başvururlarsa vursunlar, Allah'tan başka kendilerini kurtaracak bir yardımcı bulmaları da mümkün değildir. Allah'ın Kuran'da haber verdiği gibi, "... kendileri için Allah'tan başka bir (vekil) koruyucu dost ve yardımcı bulamayacaklardır." (Nisa Suresi, 173)

Bu gerçeğin farkına varmak materyalistler için olabilecek en dehşet verici olaydır. Bu gerçekle birlikte, her an Allah ile beraber olduklarını, Allah'ın kendilerini her yönden sarıp kuşattığını anlamışlardır. Nitekim Allah, "kendisini tek olarak yarattığımı Bana bırak" (Müddessir Suresi, 11) ayetiyle, her insanın Kendi Katında aslında yapayalnız olduğu gerçeğine dikkat çekmiştir. Bu olağanüstü gerçek aşağıdaki ayetlerle de haber verilmiştir:

Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi 'teker teker, yapayalnız ve yalın' Bize geldiniz ve size lütfettiklerimizi arkanızda bıraktınız... (Enam Suresi, 94)

Ve onların hepsi, kıyamet günü O'na, 'yapayalnız, tek başlarına' geleceklerdir. (Meryem Suresi, 95)

Bu ayetlerde anlatılan gerçeğin bir manası da şudur: Maddeyi ilah edinenler, Allah'tan gelmiş ve yine O'na dönmüş ya da dönmeyi beklemektedirler. Onlar isteseler de, istemeseler de Allah'a teslim olmuşlardır. Şimdi herkes gibi hesap gününü beklemektedirler. O gün hepsi, dünyada işledikleri ve işlenmesine sebep oldukları her suçtan ötürü tek tek sorguya çekileceklerdir. Her ne kadar anlamak istemeseler de...

Dediler ki: "Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim
hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, her şeyi bilen,
hüküm ve hikmet sahibi olansın."
(Bakara Suresi, 32)

Konunun Önemi

Bu bölümde anlattığımız maddenin ardındaki sır konusunu doğru kavramak son derece önemlidir. Gördüğümüz tüm varlıklar, dağlar, ovalar, çiçekler, insanlar, denizler, kısacası gördüğümüz herşey, Allah'ın Kuran'da var olduğunu, yoktan var ettiğini belirttiği her varlık, yaratılmıştır ve vardır. Ancak, insanlar bu varlıkların asıllarını duyu organları yoluyla göremez veya hissedemez veya duyamazlar. Gördükleri ve hissettikleri, bu varlıkların beyinlerindeki kopyalarıdır. Bu ilmi bir gerçektir ve bugün başta tıp fakülteleri olmak üzere tüm okullarda öğretilen bilimsel bir konudur.

Örneğin şu anda bu yazıyı okuyan bir insan, bu yazının aslını göremez, bu yazının aslına dokunamaz. Bu yazının aslından gelen ışık, insanın gözündeki bazı hücreler tarafından elektrik sinyaline dönüştürülür. Bu elektrik sinyali, beynin arkasındaki görme merkezine giderek, bu merkezi uyarır. Ve insanın beyninin arkasında bu yazının görüntüsü oluşur. Yani siz şu anda gözünüzle, gözünüzün önündeki bir yazıyı okumuyorsunuz. Bu yazı sizin beyninizin arkasındaki görme merkezinde oluşuyor. Sizin okuduğunuz yazı, beyninizin arkasındaki "kopya yazı"dır. Bu yazının aslını ise Allah görür. Ancak unutulmamalıdır ki, maddenin beynimizde oluşan bir hayal olması onu "yok" hale getirmez. Bize, insanın muhatap olduğu maddenin mahiyeti hakkında bilgi verir, ki bu da maddenin aslı ile hiçbir insanın muhatap olamadığı gerçeğidir. Kaldı ki dışarıda maddenin varlığını, bizden başka gören varlıklar da vardır. Allah'ın melekleri, yazıcı olarak tayin ettiği elçileri de bu dünyaya şahitlik etmektedirler:

Onun sağında ve solunda oturan iki yazıcı kaydederlerken O, söz olarak (herhangi bir şey) söylemeyiversin, mutlaka yanında hazır bir gözetleyici vardır. (Kaf Suresi, 17-18)

Herşeyden önemlisi, en başta Allah herşeyi görmektedir. Bu dünyayı her türlü detayıyla Allah yaratmıştır ve Allah her haliyle görmektedir. Kuran ayetlerinde şöyle haber verilmektedir:

... Allah'tan korkup-sakının ve bilin ki, Allah yaptıklarınızı görendir. (Bakara Suresi, 233)

De ki: "Benimle aranızda şahid olarak Allah yeter; kuşkusuz O, kullarından gerçeğiyle haberdardır, görendir." (İsra Suresi, 96)

Ayrıca unutmamak gerekir ki, Allah tüm olayları "Levh-i Mahfuz" isimli kitapta kayıtlı tutmaktadır. Biz görmesek de bunların tamamı Levh-i Mahfuz'da vardır. Herşeyin, Allah'ın Katında, Levh-i Mahfuz olarak isimlendirilen "Ana Kitap"ta saklandığı şöyle bildirilmektedir:

Şüphesiz o, Bizim Katımızda olan Ana Kitap'tadır; çok Yücedir, hüküm ve hikmet doludur. (Zuhruf Suresi, 4)

... Katımızda (bütün bunları) saklayıp-koruyan bir kitap vardır. (Kaf Suresi, 4)

Gökte ve yerde gizli olan hiçbir şey yoktur ki, apaçık olan bir kitapta (Levh-i Mahfuz'da) olmasın. (Neml Suresi, 75 )

http://www.youtube.com/watch?v=E5N3S2eJr_Y&feature=youtu.be